Category

Uzman Görüşü

Geçmişle Hesaplaşmanın Değeri

By | Uzman Görüşü | No Comments

Emrah Gürsel (Karakutu Derneği Yönetim Kurulu Başkanı)

Bilhassa son 10 yılda Türkiye’deki demokratikleşme tartışmalarında geçmişe ilişkin adaletin tesis edilmesi ve hakikatin tanınması talepleri vazgeçilmez konular halini aldı. Bu talepler kurban yakınları ve ayrımcılığa uğramış gruplar açısından hep geçerliydi elbette. Fakat siyasal sistemin demokratikleşmesiyle geçmişle hesaplaşma arasında bu denli doğrudan bir ilişki kurulması görece yeni bir olgu. (1) Kendi kimliğinden olmayan bir grubun yaşadığı tarihsel haksızlıkların tanınması ve kabulü için önceden beri mücadele veren aydınlar tabii ki hep vardı. Fakat bu dönemde toplumsal gruplar geçmişin adil ve çoğulcu bir biçimde tanınması ve cezasızlığın son bulması için daha fazla ses çıkarıyorlar.

Tarihsel haksızlıklara ilgi, tarihsel bir meraktan kaynaklanmıyor. Kurbanlar ve yakınları açısından cezasızlığın son bulması, sevdiklerinin cenazesinin bulunması veya verilen zararların tazmini gibi son derece meşru talepler hala geçerli. Genel olarak ise siyasi mücadelelerin geçmişin tanıklığına ve hatırlamanın bilgeliğine başvurmadan verilmesinin yetersiz olacağının kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Geçmişi irdelemeden, er Sevag’ın 24 Nisan’da, milliyetçi bir er tarafından hangi motivasyonlarla öldürüldüğünü anlayabilir miyiz?  (2) Cinayeti işleyen bu er okulda nasıl bir tarih eğitimi aldı? Mahallede takıldığı mekanlardaki gündelik sohbetlerde nelerdi? Maruz kaldığı medya Ermenilerle ilgili konuları nasıl ele alıyor? Sosyalleştiği siyasi çevreler varsa, bu çevrelerin siyasi söylemleri neydi? Soruları çoğaltabiliriz. Ama bu cinayeti gerçekten anlamak ve benzerlerini önlemek istiyorsak, farklı mecralarda geçmişin nasıl hatırlandığını ve anlatıldığını da sorgulamak zorundayız.

Diğer birçok siyasi gelişmeyi analiz ederken, toplumun zihnine geçmişin nasıl “işlendiğini” sorgulamak zorunda kalırız. Geçmiş biz istesek de istemesek de çevremizi kuşatır, bugün yaşadığımız sosyal veya ekonomik bir sorunu anlayabilmenin anahtarlarından biri olur çıkar. “Hatırlamak,” siyasetin önemli bir alanı haline gelir. Ötekileştirilmiş gruplar ve muhalifler de, aşırı sağcı gruplar da, sermaye grupları da, ana akım partiler de bu siyasetin içinde farklı mücadeleler verir.

Dönüp dolaşıp demokrasi ve insan hakları düzeyimize geliyoruz…

Neyi ve nasıl hatırlayacağımız ilgili kararların hangi şekilde alındığı, hakikatin ve adaletin tarihsel olarak dışlanmış gruplar için bir hak olarak tanınıp tanımadığı bu iki düzeye ilişkin önemli göstergelerdir. Biraz da basitleştirerek dile getirecek olursak, geçmişi nasıl hatırladığımız ne kadar demokrasi ve hukuka sahip olduğumuzun özetidir. Hatta geçmişle hesaplaşmaktan kaçmak elimizdekileri bile yitirmemize neden olabilir. İkinci sınıf demokrasimiz daha da geriler. Hatırlamak da tek başına ise yaramaz tabi. Yoksa “geçmişle hesaplaşma”nın şampiyonlarından biri olan Güney Afrika’daki sosyal eşitsizliklerin hala çözülmemiş olmasını açıklayamayız. (3) Hatırlamak adaleti ve eşitliği nasıl tesis edeceğimize ilişkin bize yıllar sürecek bir yol haritası ve onlarca reformu içeren bir “check list” sunar sadece.

Geçmişle hesaplaşma sivil toplum için önemli bir mücadele alanı. Bu mücadele alanında devletin adalet yönünde adim atması inanılmaz kazanımlar getirecektir elbette. Ama devletin adım atmasını talep etmenin yanında, tabandan toplumu dönüştürmeye yönelik hatırlama pratikleri oluşturmaya devam etmemiz şart. İşte Karakutu Derneği böyle bir arka plan çerçevesinde çeşitli faaliyetlerini yürütüyor. Derneğimizle ilgili daha ayrıntılı bilgiye http://www.karakutu.org.tr adresinden ulaşabilirsiniz.

(1) Geçmişle yüzleşmeyle ilgili temel kavramlar için Hüsnü Öndül’ün bu yazısı güzel bir çerçeve sunuyor: http://bianet.org/bianet/siyaset/162928-yuzlesme-ve-ozur  

(2) http://www.hurriyet.com.tr/er-sevag-davasinda-karar-cikti-22903445

(3) https://www.theguardian.com/cities/2014/apr/30/cape-town-apartheid-ended-still-paradise-few-south-africa   

Türkiye’de Devlet Koruması Altında Yetişen Çocuklar

By | Uzman Görüşü | No Comments

Hayat Sende Derneği / www.hayatsende.org 

Bu yazıyı sonuna kadar okuyacağını düşündüğüm insanlardansınız.

Ve ”yuvaların kapatıldığı, devlet koruması altında yetişen çocuk ve gençlerin hayata sevgi dolu ailelerde eşit ve güçlü bir şekilde atıldığı bir dünya” hedefini kuran ve bunu gerçekleştirmek için ”Koruma altındaki çocuk ve gençler ile korumadan ayrılan gençlerin hayatlarına yenilikçi çözümler getirmeyi” kendine misyon edinen Hayat Sende Derneği ile umarım bir gün tanışırsınız.

Türkiye’de yaklaşık 17.000 çocuk devlet korumasında yaşıyor. Bunlardan sadece 4.800 kadarı koruyucu ailede yetişiyor. Kalanı, çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtlarında büyüyor. Bu yurt ve yuvalarda cinsel istismar, personel şiddeti, akran zorbalığı nadir görülen şeyler değil. Çocuklar, neyin hak neyin hak ihlali olduğunu bilmiyor ve bilse de bu tip hadiselerle karşılaştığında hangi merciye güvenip başvurabileceği bilgisinden yoksun. Başka bir deyişle haklarına erişemiyor. Bunu zaten tahmin edebilirsiniz. Ancak işin bir de az bilinen, mevzuya daldıkça öğrendiğimiz bir kısmı var.

3 yaşından küçük çocuklar, günde 18 saatini karyolaların arkasında geçiriyor. Ya da 5 yaşındaki bir çocuğa, fotoğrafını çekip kendisini gösterdiğinizde, çocuk kendini tanıyamıyor. Çünkü kurumdaki aynalar çalışanların boyuna göre asılmış durumda oluyor. Yurtlara gönderilen gönüllü dişçiler çocukların dişlerinin bir türlü uyuşmadığını söylüyor çünkü tahminlere göre neredeyse yarısı anti-depresan bağımlısı olmuş durumda. Okul çağına geldiğinde çocuk, askere gider gibi kısa kesilmiş saçıyla ve tek tip kıyafetlerle okula gittiğinde, “kimsesiz”, “yetim fare”, “bakımsız”, “yurt çocuğu” gibi sözlerle etiketleniyor ve ötekileşiyor. Diğer öğrencilerin aileleri zaten onları istemiyor; öğretmenlerin ise yurtta yetişen çocuklardan beklentisi yerleşik yargılar sebebiyle az oluyor. Yalnızlaşan ve kendilerinden başarı umulmayan bu çocukların çok büyük kısmı liseyi bile bitiremiyor. Kanuna göre, yüksek öğrenimi kazanamamış olan çocuk, 18 yaşını doldurduğunda yurdu terk etmeye zorlanıyor. Yurttan ayrılan gençlerin, %70’i devlet kurumlarında hizmetli yani temizlikçi, odacı vs. olarak işe giriyor. Ayrıca 18 yaşına kadar bakkala gidip ekmek bile almamış olan bu çocukların para ile ilişkisi de sorunlu oluyor. Çoğu parayı yönetmeyi bilmediğinden borç içinde hayat mücadelesi veriyor ve hayata tutunamıyor.

Bağlanma kuramına belki hakimsinizdir… Çocukların çoğu sürekli değişen “anne”lerle yetiştikleri ve güvenecek birini arkalarında hissetmedikleri için, “kaygılı bağlanma” denilen şeyi yaşıyor ve bakım sonrası hayatlarında da ilişki kurdukları kişilere ya fazla kolay bağlanma veya hiç bağlanamama gibi sorunlar yaşayıp sağlıklı ve suçtan uzak hayatlar sürdüremiyor. Uluslararası istatistiklere göre, yurt bakımından çıkan gençlerin yüzde 10’u intihar ediyor, yüzde 20’si suça, yüzde 15’i de fuhuşa sürükleniyor. Türkiye’de zaten bu konuda tutulmuş ne bir istatistik ne de yeterli farkındalık var.

İşte benim de dahil olduğum, Hayat Sende’nin gündeminde bunlar gibi kimsenin gündeminde olmayan dertler var. İlk bakışta görünmeyen ama aslında birtakım gençlerin “hayatı” anlamına gelen meseleler.

Hayat Sende, yurttan ayrılmış bir grup idealist genç tarafından kurulmuş Ankara merkezli, uluslararası ödüllü bir dernek. Derneğin esas derdi, yurtları kapatmak. Tamamen kapatmak. Bu, radikal bir söylem olarak görünse de, bu radikallik, yurtlarda yaşanan çeşitli olumsuzluğu ancak karşılıyor. Bu ideale ancak “Koruyucu Aile” ve “Evlat Edinme” pratikleri yaygınlaştırılarak ulaşılabilir. Dernek, bununla uğraşıyor. Tabii, bu kolay ve kısa vadede ulaşılabilecek bir hedef olmadığından bu süreçte devlet kurumlarının şartlarının iyileştirilmesini dert ediyor. Ve bunu Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının düştüğü “çocuklar gelsin, yüz boyayalım” ve “hayır bahşetme” tavrıyla değil, hak temelli bir anlayışla yürütüyor. Çocukların kendisini, bizim kendi çocuklarımızı gördüğümüz gibi, değişim ve dönüşümün öncüleri olarak görüyor ve potansiyellerini gerçekleştirme haklarını teslim ediyor.

Bu anlamda, çocukları eğitim, iş ve staj konularında yönlendiriyor. Yurtta yetişen gençlere kamplar, eğitimler düzenliyor, iş olanakları sağlıyor. Söz gelimi, bugüne kadar uygulanmayan ama yasada olan “yurttan ayrılan çocuğun SGK priminin 5 sene boyunca devlet tarafından ödenmesi” pratiğini kurumlara hatırlatıyor. Gelecek projelerinden biri, kurumların üst düzey yöneticilerinin bu çocuklara mesleki “mentor”luk yapabilecekleri bir internet platformu oluşturmak. Bir diğeri, çocukların alışveriş, yemek yapmak, bütçe çıkarmak gibi temel yaşam bilgileri edinebileceği, sosyalleşebileceği, eğitim görebileceği bir kafe açmak. Eğitimleri sadece çocuklara değil, sosyal görevlilere ve ülke çapında öğretmenlere de veriyor.

Toplumda ve medyada, yurtta yetişen çocuklara yönelik, ayrımcı söylemle mücadele ediyor. Medyada yurtlarla ilgili çıkan haberlerin %98’i olumsuz ve bu haberler sansasyona dönük görseller ve başlıklarla dolu. Toplumda diyelim koruyucu aile olmayı düşünen kimselere yönelik söylenen “Başına bela mı alacaksın?” “Büyüsün de seni kessin” gibi yaklaşımlara yabancı değiliz. Türkiye’de toplum, yurtta yetişen çocuklara 12 yaşına kadar acıma duygusuyla yaklaşırken, 12’sinden sonra onları potansiyel suçlu olarak görüyor ve korkuyla yaklaşıyor. Yurttan ayrılan gençlerin geçmişlerini saklama, toplumdan genel olarak saklanma korunma taktiklerine cevap olarak, yürüttüğü “Sosyal Duvarları Yıkalım” projesiyle iyi örnekleri ön plana çıkartmaya çalışıyor. “Doğru Sözlük” projesindeyse, dilimizdeki ayrımcı ifadelerle mücadele etmeyi amaçlıyor. 

Çocukların haklarını gözetecek politikalar üretiyor. Bir anlamda devlete danışmanlık yapıyor, yönlendirici oluyor ve mevzuat değişiklikleri yapılmasına çağrıda bulunuyor. Örneğin devlet, 2015 sonunda aldığı kararla, koğuş bakımı denilen uygulamanın sona ermesi gerektiğine nihayet ikna oldu ve tüm yuva ve yurtları 6 – 16 kişilik çocuk ya da sevgi evlerine dönüştürüyor. Ancak bunu yaparken bu kurumların binalarını şehir merkezlerinin uzaklarına kuruyor. Hayat Sende, çocukların iyice toplumdan izole edilmesi anlamına geldiği için buna karşı çıkıyor. Veya önceki kampanyalarından (“Kardeşler Ayrılmasın”) birinde çok kardeşli çocukların farklı yurt veya yuvalara gönderilmemesine dikkat çekiyor, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bu konuda mevzuat değişikliği yapmasını sağlıyor. Yine son olarak “18 Yaş Çok Erken” isimli kampanyayla çocukların 20 yaşını doldurana kadar yurttan kendi istekleri dışında çıkarılmamasına dair uygulamanın başlamasını başardı. Ayrıca devlete sürekli olarak yetiştirme kurumlarını sivil denetime açması, şeffaflaşması yönünde baskıda bulunuyor. Önerdiği ve uygulamaya geçmesini umduğumuz projelerden biri, ayda 1.500 TL gibi bir paraya çalışan bakıcı annelere, nefes almaları ve kendilerini değerli hissetmeleri için ayda iki defa sinema biletleri sağlanması.

Peki siz bu yazıyı okuduktan sonra ne yapabilirsiniz?

– Yazıyı konuyla ilgileneceğini düşündüğünüz herkese yollayabilirsiniz.

– Hayat Sende’nin Facebook ve Twitter sayfalarını “beğenebilirsiniz.”

– Dilerseniz bizimle iletişime geçerek yurttan ayrılma sürecindeki bir gence, aylık burs sağlayabilirsiniz.

– Hiç olmazsa Hayat Sende’ye bir defalık bağış yapabilirsiniz.

– Kurumsal bir yerde çalışıyorsanız, çalıştığınız yerin kurumsal iletişim bölümüne, sosyal sorumluluk anlamında, derneğe bağışta bulunmasını söyleyebilir, bu bağış karşılığında gelip koruyucu ailelik ve evlat edinme üzerine bilgilendirici bir konuşma yapmamızı talep edebilirsiniz. (Ayrıca şirketlerle başka türlü ortaklıklar kurmamız için toplantılar da düzenliyoruz. Bunlardan biri son olarak masalara konulan Amerikan servislerine bilgilendirici metinler yazmak üzere bir fast-food zinciri olmuştu. Beraber düşününce son derece yaratıcı ortaklıklar çıkabiliyor.)

– Etrafınızdaki medya kuruluşlarında çalışan kimselere, Hayat Sende’yi takibe almalarını ve uygun zamanlarda/dönemlerde yer vermelerini söyleyebilirsiniz.

– İşe birini alacakken, yurttan ayrılan bir gencin 5 senelik SGK priminin devlet tarafından ödendiğini aklınızda tutabilirsiniz.

– Sevdiklerinize ya da kurumsal müşterilerinize Hayat Sende’nin tebrik kartlarından (yılbaşı, anneler/babalar günü, doğum günü vs.) gönderebilirsiniz. Bu hem bağış yapmak hem de bu işlerin bilinirliğini artırmak bakımından iyi olur. Doğum gününüzde etrafınıza “Bana hediye almak yerine Hayat Sende’ye bağışta bulun” diyebilirsiniz.

– Hayat Sende’yi daha yakından tanımak için Necatibey Cad. No: 27/11 Kızılay/Çankaya/ANKARA  adresine gelip bir çayımızı içebilirsiniz.

Toplumsal Travmalar ve Psikolojik Destek

By | Uzman Görüşü | No Comments

Kurumsal Program dahilinde desteklediğimiz Türk Psikologlar Derneği İzmir Şubesinden uzman psikolog Nevin Küçük, toplumsal travmalarda ortaya çıkan tepkileri ve psikolojik destek sürecini anlattı. Yazının tamamını aşağıda okuyabilirsiniz. 

Toplumsal Travmaların Psikolojik Etkileri İle Başa Çıkma Yolları 

Acil durumlar ve afetler her bireyi farklı biçimde etkiler. Yine de genel olarak herkes stres ve travma yaşar. Bu durum; insanda halsizlik yaratan ve sonuçta çeşitli fonksiyonlarını yerine getirmesini engelleyen hafif bir endişe durumundan ağır psikolojik sorunlara kadar bir dizi belirtiyi ortaya çıkartabilir. Bu noktadan hareketle Psikososyal destek hizmetleri; bireylerin, ailelerin ve toplumların doğal afet/savaş/terör/mülteci akını sonrası yardım sürecinde etkin bir katılımcı olarak rol almalarını kolaylaştırarak iyileşme sürecine katkıda bulunan sistemlerdir. Toplumsal travmalar; toplumdaki yerleşik düzen duygusunu ve toplumsal dengeyi sarsarak, korku ve dehşet oluşmasına yol açar.

Terör olaylarının ve toplumsal travmaların ardından yaşanan korku, varlığımızı tehdit eden olaylar karşısında gösterdiğimiz gerçekçi tepkilerdir. Bu tür olayların ardından, olaya doğrudan ya da dolaylı olarak tanık olan herkeste çeşitli stres tepkileri görülmesi olasıdır. Bazı tepkiler herkes için ortak olmasına karşın ( üzüntü, endişe, korku gibi), her birimiz bu tepkileri farklı biçimde ortaya koyabiliriz. Genel olarak, duygusal açıdan olayın içinde ne kadar olursak, tepkimiz de o derece yoğunlaşır. Olayı doğrudan yaşayıp dehşeti hissedenler, olay sırasındaki görüntülere ve seslere doğrudan tanık olanlar daha fazla etkilenebilir ve daha yoğun stres belirtileri gösterebilirler. Bunun yanı sıra, yakınları olaya doğrudan maruz kalmış kişiler de aynı yoğunlukta tepkiler verebilirler. Ancak, olayı yalnızca duymak, yayın organlarından izlemek bile duygusal açıdan yeterince sarsıcı olabilir.

Bu tür olayların ardından yaşanabilecek olan tepkiler;

Duygularımızdaki değişiklikler 

Geçici bir şok yaşayabilir, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk duygularını hissedebiliriz. Yaşadığımız dünyaya ve çevremizdeki insanlara güvenimizi yitirebiliriz.

Zihinsel düzeyde ortaya çıkan belirtiler- Biz istemesek de, olayla ilgili görüntüler sürekli aklımıza gelebilir; olayı sanki tekrar yaşıyormuş gibi hissedebiliriz; olayı hatırlatan en ufak bir şey bizi yeniden o ana götürebilir. Zihnimiz sürekli bu olayla meşgul olduğundan, dikkatimizi bir işe yöneltmek ve karar vermede zorluklar yaşayabiliriz.

Fiziksel tepkiler; Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları (uykuya dalamama, çok uyuma, kabuslar nedeniyle sık sık uyanma), iştahta bozulma, bedensel ağrılar, kalp artışlarında düzensizlik, ani irkilmeler gibi bedensel sıkıntılarımız olabilir. 

Sosyal alanda değişiklikler

Olay nedeniyle yaşamakta olduğumuz gerginlik sosyal ilişkilerimize yansıyabilir. Olayı yaşamamış ya da olaydan bizim gibi etkilenmemiş kişilerin tepkileri, bizimkinden farklı olabilir ve bu, anlaşılmadığımızı hissetmemize neden olabilir. İş yaşamında, okulda, arkadaşlık ve aile içi ilişkilerimizde sorunlar yaşayabiliriz. Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız bırakılmış gibi hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevremize ve olaylara yönelik ilgimizde azalma gibi durumlar ortaya çıkabilir.

Tüm bu stres tepkileri, yaşamımızı derinden sarsan olağandışı bir olaya verdiğimiz normal tepkilerdir. Bunların neler olduğunu bilmek, üstesinden gelmemizde yardımcı olacaktır. Çoğumuz kısa bir süre sonra bunlardan büyük ölçüde kurtuluruz, hatta eskisine göre daha da güçleniriz. Bu sıkıntıların üstesinden daha kısa sürede gelebilmek için bazı ipuçları yardımcı olabilir.

Kendinize ve Ailenize Nasıl Yardımcı Olabilirsiniz? 

  • Olumlu düşünmeye çalışın. Toparlanmak için kendinize zaman tanıyın. Bu dönemde, duygularınızda iniş-çıkışlar olması normaldir. Zaman içinde her şey daha iyiye gidecektir.

  • Olayı yaşayan diğer kişilerle duygularınızı paylaşın.

  • Bu olayın, gündelik yaşantınızı ve düzeninizi tamamen bozmasına izin vermeyin. Koşullar elverdiğince, alışagelmiş olduğunuz gündelik işlerinizi ve düzeninizi sürdürmeye özen gösterin.

  • Yazılı ve görsel basında olayla ilgili verilen haberleri seçici olarak izleyin. Kendinizi korumaya yönelik bilgileri takip edin. Ancak, sizi ve ailenizi daha fazla sarsacak görüntü ve yorumlara tanık olmamaya çalışın.

Zaman içinde bu belirtilerin azalmadığını ve gündelik yaşantınızı zorladığını fark ederseniz bir uzmana danışabilirsiniz.

Travmatik Olayların Çocuklar Üzerindeki Etkileri

Çocukların tehdit içeren yaşam olayları karşısında verdikleri tepkiler, birbirininkiyle oldukça benzerdir. Bir başka deyişle, tüm çocuklar hemen hemen aynı tepkileri gösterirler. Bununla birlikte, çocuğun yaşına ve kişisel özelliklerine bağlı olarak, yaşamakta olduğu duyguları ve stres belirtilerini dışavurma biçimi değişiklik gösterebilmektedir.

Okul Öncesi Dönem Çocukları (0-6 yaş)

Okul öncesi dönem çocukları, bakım ve korunmaları için yetişkinlere gereksinim duyarlar. Tehdit edici bir durumla karşı karşıya kaldıklarında çaresizlik yaşarlar. Bu nedenle, kendilerini yeniden güvende hissedebilmeleri için tehdit yaratan durumdan kurtulabilmeleri için yetişkinlerin desteği çok önemlidir. Küçük yaştaki çocuklar, zorlu yaşantıları önleyecek ya da bunların üstesinden gelebilecek yollar üretme becerisine sahip olmadıklarından, kendilerini çoğunlukla savunmasız hissederler. Bunun sonucunda da kaygı ve güvensizlik yaşarlar. Tehdit içeren yaşantılar sonrasında küçük çocuklar sessiz ve içe çekilmiş durabilirler. Bu sessizlik, olayı unuttukları anlamına gelmez.

Küçük çocuklar, bir süre geçtikten sonra, güvendikleri kişilere olayı ayrıntılarıyla anlatabilmektedirler. Diğer yandan, bu olayın bazı yönleri çocuğun oyunlarında kendisini gösterebilmektedir. Oyun aracılığıyla çocuk, yaşadığı olayı bazen defalarca canlandırarak, bu olaya bir anlam vermeye, neler olup bittiğini anlamaya çalışır. Anne-babalarını ve kendilerinden büyük kardeşlerini, kendilerini rahatlatacak ve güven verecek kaynaklar olarak görürler. Sarsıcı yaşantılar sonrasında, sıklıkla ayrılık korkusu yaşarlar, anne-babalarından ayrı kalmak onları kaygılandırır. Kabuslar ve uyku sorunları sık gözlenen durumlardır. Uyurgezerlik, uykuda sayıklama ve kabuslar, bu yaş grubunda sık rastlanan durumlardır. Genellikle anne-babalarına yapışır, yalnız başlarına kalmak ve tek başlarına uyumaktan korkabilirler. Küçük çocuklar, yaşlarına uymayan bebeksi davranışlar da (örneğin; altını ıslatma, parmak emme gibi) gösterebilirler.

Tüm bu stres belirtileri, çocukların gündelik yaşantılarındaki düzenin ve önceden güvenli olduğuna inandıkları dünyalarının altüst olması karşısında yaşadıkları kaygının doğal bir sonucudur. 

Okul Çağı Çocukları (6-11 yaş) ve Ergenler (12-18 yaş)

Okul çağından itibaren çocuklar, şiddet olaylarının kendilerine ve çevrelerine yönelik tehditlerini daha iyi anlamaya başlarlar. Özellikle ergenlik dönemi ile birlikte olayları çok daha iyi kavrar duruma gelirler. Olup bitenin daha fazla farkında olmaları, aynı zamanda, zihinlerinin sürekli olarak yaşanan olayla ilişkili düşünceler ve yakınlarına zarar geleceğine yönelik korkularla meşgul olmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle dikkatlerini diğer şeylere yoğunlaştırmakta güçlük yaşayabilmekte; bu da okul başarılarını olumsuz yönde etkileyebilmektedir.

Oyun yoluyla olayı yeniden canlandırma ilkokul çağı çocuklarında daha gelişmiştir. Bu yaştaki çocukların yaşadıkları kaygı, baş ağrısı, karın ağrısı ve diğer fiziksel sorunlar gibi bedensel olarak da kendini gösterebilir.

Uyku ve iştah sorunları, sosyal etkinliklere yönelik ilgi kaybı, yetersizlik, çaresizlik ve suçluluk duyguları gibi stres belirtileri de hem okul çağında hem de ergenlik kendini gösterebilir.

Ergenler, sarsıcı bir olayın ardından, yeniden kötü bir şey olacağı beklentisi içine girebilirler. Bu yaşlarda, gelecek planları yapamama ya da geleceğe karamsar bakma eğilimi gösterebilirler. Dünyaya ve insanlara yönelik güvenlik sarsılabilir.

Çocuklarınıza Nasıl Yardımcı Olabilirsiniz? 

Anne-Baba ve Öğretmenler için Öneriler

Çocuğunuzun/öğrencilerinizin sarsılan güven duygusunu onarmaya çalışın: Bu tür olayların ardından çoğu çocuk (ve yetişkin), korkmuş durumdadır. Yaşanan olay tüm toplumda güven duygusunu sarsacak niteliktedir. Çocuğunuz/öğrencileriniz kişisel güvenliği kadar, çevresindeki yetişkinlerin güvenliği konusunda da endişelenir. Çocuğunuzun güvenini tazelemeye çalışın. Evlerimiz ve içinde yaşadığımız toplum güvenlidir. Bazı konularda da güvenliği arttırmak için yeni önlemler alınmaktadır. 

Güvenli bir ortam yaratma: Çocuğunuzun güvende hissetmesini sağlamak atacağınız ilk ve en önemli adımdır. Tanıdığı, güven duyduğu bir ortamda, kendisine yakın hissettiği kişilerle bir arada bulunmasına özen gösterin. Çocuklar için alıştıkları, tanışık oldukları düzenin devam etmesi oldukça rahatlatıcıdır. Bu nedenle, çocuğunuzun gündelik düzenini mümkün olduğunca korumaya çalışın.

Gerekli duygusal desteği verin: Yetişkinler, çocukların zihinlerini meşgul eden soruları rahatlıkla sorabilecekleri ve duygularını çekinmeden paylaşabilecekleri ortamlar yaratılmalıdırlar. Çocuğunuzla/öğrencinizle konuşurken olayla ilgili düşünce ve duyguları anlamaya çalışın. Çocuğunuza olayla ilgili nelere tanık olduğunu ya da neler duyduğunu ve bunlarla ilgili neler hissettiğini sorabilirsiniz. Çocuklar çoğu zaman böyle büyük olayların nedenleriyle  ilgili yanlış varsayımlarda bulunabilirler. Bu yanlış varsayımlar, çocuğun korkusunun büyümesine ve başa çıkılması güç duygusal ve davranışsal sorunlar geliştirmesine yol açabilir. Bu varsayımları basit ve çocuğun yaşıyla uyumlu açıklamalarla düzeltin. Çocuğunuza, artık güvende olduğu ve onun yanında olacağınız güvencesini verin.

Çocuklarınızla/öğrencilerinizle olayla ilgili konuşmaktan kaçınmayın: Böyle olayların ardından olayı düşünmemek ya da bunu zihinlerinden atmak çocuklar için yararlı değildir. Yaşanan olayla ilgili konularda çocuklarınıza/öğrencilerinize karşı açık, dürüst ve anlaşılır olun. Onlara olayla ilgili olarak doğru bilgileri verin; ancak bunun yaşlarına uygun ve anlayabilecekleri düzeyde olmasına dikkat edin. Konuşmayı çocuğun sorularıyla yönlendirmesine izin vermek, onun bilgileri daha kolay özümsemesini sağlayacaktır.

Çocuklar sizin başkalarıyla yaptığınız konuşmalara tanık olabilir. Ayrıca; olan biteni ve yapılan yorumları televizyondan izleme olanağı da vardır. Bu nedenle, çocuklarla özel olarak konuşarak, alacağı bilgiler konusunda bir filtre görevi de üstlenmeniz gerekmektedir. Okul ortamında da, öğretmenin yönlendirdiği açık ve anlaşılır tartışmalar yararlı olacaktır.

Kendinizi tüm yanıtları bilmek zorunda hissetmeyin: Yaşanan olayın bazı yönleri hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayabilir. Yanıt bulamadığınız sorular karşısında çocuğunuza bunu açıkça söyleyin ve bazı olayların nedenlerinin bilinemeyebileceğini anlatmaya çalışın. Sizin açıklama çabalarınızı görmesi, çocuğun da anlama çabasını arttıracaktır. Ayrıca, sizin hala onu koruduğunuzu görmesi bazı yanıtları bilmeseniz de, kendisini daha güvende hissetmesini sağlayabilir.

Çocuğunuzun basında yer alan haber ve yorumların tümünü izlemesine izin vermeyin: Çocuğun olayla ilgili görüntüleri tekrar tekrar izlemesinin hiçbir yararı yoktur. Özellikle küçük çocuklar için bu çok zarar verici olabilir. Altı yaşından küçük çocuklar, bu görüntülere tanık oldukça, sürekli benzer olayların yaşandığını sanabilirler. Çocuğunuzun izlediği haberleri onunla birlikte izleyin ve açıklamalarda bulunun. Amaç, bu görüntülerin sarsıcı etkilerini azaltmaktadır. 

Evdeki yaşantının bir an önce normale dönmesini sağlayın: Çocuklar için gündelik yaşamın rutinleri ve alışkanlıklar önemlidir. Evdeki düzen ne kadar çabuk eski haline dönerse çocuk da o kadar çabuk güvende hissetmeye başlar.

Bazı çocuklar diğerlerinden hassas olabilir: Bu olaylara tüm çocukların tepkisi aynı olmayacaktır. Bazı çocuklarda belirgin hiçbir olumsuz durum ortaya çıkmazken bazıları ciddi tepkiler gösterebilirler. Olayın gerçekleştiği mekana daha yakın olan, bir yakını yaralanan ya da ölen çocukların daha fazla sıkıntı duyması çok normaldir.

Çocuğunuzda/öğrencilerinizde çeşitli stres tepkileri gözlenebilir: Bu tür olayların ardından çocuklarda çeşitli belirtiler ortaya çıkabilir: kaygı, korku, üzüntü, dürtüsellik, dikkat ve uyku sorunları, saldırganlık. Bu sorunlar, doğru yaklaşımlarla zaman içinde azaltılabilir. Çocuk güvende hissettikçe yeniden yaşına uygun biçimde davranmaya başlar.

Sizin tepkileriniz çocuğunuzun/öğrencilerinizin tepkileri üzerinde etkilidir: Küçük çocukların stres karşısında verdikleri tepkiler anne-babalarının tepkileri ve olayla ne şekilde baş ettikleri ile yakından ilişkilidir. Çocuğunuz sizin duygusal tepkilerinizden ve açıklamalarınızdan doğrudan etkilenir. Küçük çocuklar sizin üzülmemeniz için gerçekte hissettiklerini göstermeyebilirler. Bu durumda en iyi yol sizi rahatsız eden şeyle ilgili çocuğunuzla doğrudan konuşmanızdır. Çocuklar için, olumsuz duyguları yalnız kendilerinin yaşamadığını anlatmak yararlı olur.

Olayla ilgili olarak sizin de endişeleriniz sürüyor olabilir. Yine de, çocukların bu tür olayların sık rastlanılan olaylar olmadığını bilmeye ihtiyaçları vardır.  Bu tür travmatik olayların her gün herkesin başına gelen olaylar olmadığını ve dünyanın genel olarak güvenli bir yer olduğunu hem kendinize hem de çocuğunuza hatırlatmanızda yarar vardır.

Yardım almaktan kaçmayın: Eğer çocuğunuzun/öğrencilerinizin olaydan sonra göstermeye başladığı tepkilerle başa çıkamayacağınızı hissederseniz bir umandan yardım almaya çalışın.

Çocuklar ve Ergenler için Öneriler

Arkadaşların, öğretmenlerin ve anne-babanla zaman geçir: Üzüntü verici olaylar hakkında birbirimizle konuşmak bizim için yararlı olur. Her birimiz bu olaydan farklı biçimlerde etkilenebiliriz. Yakın ilişkilerimiz aracılığıyla kendimizi daha iyi hissetmek için destek bulabiliriz. Yaşamında yer alan, sana yakın kişilerle konuş. Olanlara anlam vermekte güçlük çekiyorsan, yaşamında senin için önemli olan şeyleri düşünmek için bu iyi bir zaman olabilir.

Olanları tekrar tekrar televizyonda izlememeye çalış: Olayla ilgili görüntüleri defalarca izlemen, olanları anlamana ya da bir anlam vermene yardımcı olmayacaktır. Bu görüntüler korkutucu olmalarına karşın ilgimizi çeker. Bu durum hemen herkes için böyledir. Bu görüntüleri tekrar tekrar izlemek, her defasında yeniden sarsılmana neden olacaktır.

Bu yaşananların, sana, evinde ya da okulunda güvende olmadığın duygusunu yaşatmasına izin vermek:Evin ve okulun hala güvenli. Ayrıca, her şeyin daha güvenli olması için çalışmalar devam ediyor.

Eğer olanları aklından çıkaramıyorsan endişelenme: Zihninin inanılması güç olaylarla sürekli meşgul olması çok normal. Olaya ilişkin görüntülerin aklına gelmesi, rüyalar görmen ya da bazı ses ve görüntülerin sana yeniden olayı hatırlatması doğal. Zamanla, bunlar düzelecektir. 

Olayın yaşandığı yerden çok uzakta olmasına karşın, olanlarla ilgili çok güçlü/yoğun duygular yaşıyor olman seni endişelendirmesin: Olanların televizyondan izlemek ya da bununla ilgili başkalarıyla konuşmak, kendini olaya yakın hissetmene neden olabilir. Yaşananlar çok kötüydü. Bu nedenle kendini üzüntü, korku, karmaşa ve kızgınlık içinde bulabilirsin. Bu normaldir. Zaman geçtikçe, bu duygular da giderek azalacaktır.

Duyguların sık sık değişebilir: Kendini bu olayları düşünüp ağlarken bulabilirsin. Uykuya dalmakta zorluk çekebilirsin. Bir an çok iyiyken, başka bir zaman çok üzgün, bir başkasında da çok kızgın olabilirsin. Duygularınızdaki bu değişiklikler yorucu olabilir ve kendini bitkin hissedebilir ya da dikkatini toplamakta zorlanabilirsin. Bu durum geçicidir.

Eğer kendini çok üzgün, korkmuş ya da öfkeli hissedersen, öğretmenin ya da anne-babanla paylaş:Bazen olanlar çok fazla gelebilir. Eğer duygularının çok yoğun olduğunu fark edersen güvendiğin bir büyüğüne bunu anlat. Yardım istemekten çekinme.

Unutulmaması gereken nokta; bu tepkilerin anormal olaylara verilen normal tepkiler olduğudur. Bu bilinçle olaylara yaklaşıldığında sorunların üstesinden gelmek daha kolay olacaktır. 

Fon Verenler Açısından Sosyal Etki ve Sosyal Etki Ölçümlemesi: Nedir, Ne İşe Yarar?

By | Uzman Görüşü | No Comments

Sosyal Etki kavramından ne anlıyoruz?

Sivil toplum örgütleri, fon verenler, sosyal girişimciler, kamu kurum ve kuruluşları, kurumsal sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştiren şirketler… Tüm bu aktörlerin motivasyon ve stratejileri farklı olsa da “birlikte iyi yaşam” nihai amacına hizmet eder şekilde toplumsal sorunlara yönelik çözümler bulmaya, müdahaleler gerçekleştirmeye ve bu müdahaleler sayesinde insanların hayatlarında olumlu değişimler yaratmaya çalıştıklarını varsayıyoruz.  

Şüphesiz ki söz konusu sosyal müdahalelerin gerçekleştirilebilmesi için belirli girdilere (insan kaynağı, zaman ve finansal kaynaklar) ihtiyaç duyuluyor. Bu kaynakların nasıl kullanıldığı ve gerçekleştirilen faaliyetler yoluyla arzu edilen değişimin ne ölçüde sağlanabildiği sorularını yanıtlama çabalarının özellikle son beş yıl içinde bir artış gösterdiğini söyleyebiliriz. Sosyal etki ölçümlemesi,  bu ihtiyaç çerçevesinde inşa edilen ve halen inşa süreci devam eden, devingen bir alan olarak karşımıza çıkıyor. 

Alanın farklı disiplinlerden beslenerek inşa ediliyor oluşu sosyal etkinin farklı tanımlamalarının ortaya çıkması ile sonuçlandığından şu an için tek bir sosyal etki tanımı yapmak pek de kolay gözükmüyor. Öte yandan tek bir tanımlamanın gerekliliği de ayrı bir tartışma konusu. Aşağıdaki tabloda paylaşılan çeşitli sosyal etki tanımları arasındaki farklar temelde  etki, çıktı, sonuç, sosyal değer yaratımı ve sosyal geri dönüş terimlerinin birbirleriyle içi içe geçen şekillerdeki kullanımları ve farklı düzeylerde vurgulanmaları nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, hem literatürde hem de pratik uygulamalarda iki ayrı ana kavramsal zeminin (“sosyal etki ölçümlemesi” ve “etki değerlendirme”) kullanıldığını görüyoruz. Ölçümleme yapmak isteyen kişi ve organizasyonların içinde var oldukları bağlamları, çerçeveleri, stratejileri, amaçları, hedefleri ve kaynakları doğrultusunda bu iki zeminden birine, farkında olarak ya da olmayarak, yöneldiklerini gözlemliyoruz. 

Öyleyse, sosyal etki kavramından ne anlayacağız? Önerim keskin bir tanım yapmaktan çok kavramın çerçevesini ve içeriğini mümkün olduğunda kapsayıcı bir şekilde çizmekten yana olacaktır. Dolayısıyla sosyal etkiden en genel anlamda, “yapılan bir aktivite, müdahale sonucu ortaya çıkan değişim” veya “bir eylem/aktivite/proje/program/politika sonucu insanlar, organizasyonlar ve toplumun geneli üzerinde oluşan etkiler” olarak söz edebiliriz. Bahsedilen etki olumlu veya olumsuz olarak algılanabilir; planlanarak veya planlanmadan elde edilebilir, kısa veya uzun vadede kendini gösterebilir ya da bütün bu özelliklerin birleşimiyle ortaya çıkabilir. Bir faaliyetin insanlar ya da çevre üzerinde hemen ve doğrudan bir etkisi olabileceği gibi, aktiviteyle doğrudan ilişkisi olmamış insanlara, kuruluşlara veya örgütlere kadar uzanan etkileri de olabilir. Bunlara ek olarak, söz konusu etkinin rastgele biçimde;  gerçekleştirilen müdahale olmaksızın veya başka değişkenlerin etkileri ile ortaya çıkabilecek sonuç ve değişimlerden ne ölçüde farklılaştığının anlaşılması ve gösterilmesi ise sosyal etki ve sosyal etki analizinin önemli unsurlarındandır. 

Özetle, fon verenler açısından bakıldığında sosyal etkiyi, sağlanan kaynaklar, sunulan hizmetler ve gerçekleştirilen faaliyetler aracılığıyla 

a) bireysel düzeyde (örneğin; fonlanan proje ve programların yararlanıcılarına etkisi),

b) organizasyonel düzeyde (örneğin; fon alan organizasyonların kapasite gelişimleri) ve 

c) toplumsal sorun düzeyinde (örneğin; fon alan organizasyonların sonuç ve etkilerini de kullanarak belli bir toplumsal soruna dair kampanya yürütülmesi) 

yaratılmak istenen/yaratılan değişimler olarak anlayabiliriz. 

Peki, fon veren kuruluşlar etki ölçmekle neden ilgilensin?

Elde edilen kazanımların düzeyleri ve dağılımı açısından farklılıklar olsa da sosyal etki ölçümlemesi yapmanın hem fon alan organizasyonlar hem de fon veren kuruluşlar için temel olarak iki ana nedeninden söz edebiliriz. Bir fon veren kuruluş neden sosyal etki ölçümlemesi yapalım sorusuna bu iki başlık altında, kendi önceliklerini göz önünde bulundurarak yanıt verebilir. 

A) Öğrenmek için ölçmek

Bu ana başlığı da iki ayrı alt kategoride değerlendirebiliriz. Bunlardan ilki fon veren kuruluşun kendi içindeki öğrenme sürecidir. En özet haliyle, varsaydığımız değişimi gerçekten yaratıp yaratmadığımızı ve bunu yaparken en etkili yolun ne olduğunu anlamaya çalıştığımız bir öğrenme sürecinden söz ediyoruz. 

Bir miktar daha açarsak etki ölçümleme çalışmasıyla; “Sağlanan kaynakla gerçekleştirilen proje ve programlar hedef kitle üzerinde gerçekte ne gibi değişimlere yol açıyor?, Hangi faaliyetler ve sosyal müdahaleler hedeflenen değişimleri gerçekleştirmekte daha etkili oluyor?, İşe yarayan ve yeterince işlevsel olmayan uygulamalar, faaliyetler hangileri?, Fon dağıtımında farklı bir yöntem ya da strateji geliştirmeye ihtiyacımız var mı?, Süreçte ne gibi değişiklikler yapmaya ihtiyacımız var? Ne tür beklenmedik etkilerle karşılaşıyoruz?” soruları üzerine çalışıyoruz. 

“Yeterince iyi” yürütülen etki ölçümleme çalışmaları bu sorulara mümkün olduğunca geçerli ve güvenilir yanıtlar sağlayarak kuruluşun veriye dayalı karar alma süreçleri kullanmasına ve daha gerçekçi, kendine güvenen, tatmin edici bir işleyiş kazanmasına imkan sunabilir. Etki ölçümleme çalışması, ancak fon veren kuruluşun karar alma süreçlerine; strateji geliştirmesine ya da stratejisini gözden geçirmesine etki ettiğinde anlamlı bir hale geliyor. 

İkinci kategoride ise fon veren kuruluşun faaliyet gösterdiği alana sağladığı geçerli ve güvenilir bilgiden bahsedebiliriz. Yapılan etki ölçümlemesi sonuçlarıyla hangi tür müdahalelerin daha etkili olduğu, hangi koşullarda ne tür değişimlerin beklenebileceği, beklenmedik sonuç ve risklere yönelik somut öneriler konularında alana bilgi sunarak hem sağlam bir tartışma zemini oluşturulabilir hem de kuruluşun alandaki saygınlığı artırılabilir. 

B) Hesap verebilir olmak için ölçmek

Hesap verebilir olmak genel anlamıyla kaynakları ne için, nasıl ve ne tür değişimlere yol açacak şekilde kullandığımızı “göstermek”  olarak düşünülebilir. Bunu yapabilmek, bütün organizasyonlar için geçerli oldu gibi, fon veren kuruluşlar için de güvenirlik ve saygınlık kazanmak anlamına geliyor.  Pek çok paydaş gördüğü etki doğrultusunda hareket eder. Paydaş gruplarla işbirliği içinde olmak ve onlara şeffaf bir biçimde bilgi sağlamak kuruluşla paydaşın arasındaki ilişkiyi güçlendirir. Bir fon veren kuruluş faaliyetlerini, yöntemlerini, yarattığı ve yaratamadığı değişimi,  ve bunları kapsayan stratejisini  güvenilir şekilde gösterebildiği ölçüde hem kendine güvenini artıracak hem de alandaki konumunu güçlendirecektir. Söz konusu güçlenme farklı şekillerde geri dönüşler sağlayabilir. Örneğin, bağışçılar, kuruluşun ortaya koyduğu anlamlı ve olumlu etkiye bakarak destek vermeye devam edebilir. Fon arayanlar için güvenilir bir kuruluş olunabilir. Politika yapma ve karar alma süreçleri konusunda etkin olmak isteyen fon veren bir kuruluş devlet kurumları açısından daha fazla dikkate alınabilir, işbirliği yapma olasılığı artabilir.  

Bir fon veren kuruluş olarak sosyal etki ölçümlemesi yapmaya başlarken neleri göz önünde bulundurmak gerekir?

Yukarda bahsedilen kazanımlara ulaşmak adına etki ölçümlemesi yapmak veya var olan pratiği geliştirmek için fon verenlerin bazı önemli konular üzerine düşünmesi ve kararlar alması belirleyici oluyor. Bu hazırlık yapılmadan girişilen bir sürecin sağlıklı sonuçlar vermesi de pek mümkün olmuyor. 

Bir çerçeve, yol haritası oluşturmak: Hangi model ve yaklaşım seçilirse seçilsin (Mantıksal Çerçeve, Değişim Teorisi, vb.), sosyal etkinin anlaşılabilmesi ve ölçülebilmesi için proje, program veya kurum/kuruluş özelinde paydaşların katılımıyla bir yol haritası ve stratejik plan oluşturulması öncelikli koşuldur. Aksi takdirde tıpkı sorunları tespit etmeden, ihtiyaçları analiz etmeden, amaç ve hedefleri belirlemeden hangi faaliyetlerin yapılacağının belirlendiği ve kervanın yolda düzüldüğü proje, program veya örgütlenmelerde olduğu gibi karışık, karmaşık ve amacına hizmet edip etmediğinin anlaşılamadığı sosyal müdahaleler üretmek kaçınılmaz olacaktır. 

Kuruluşun müdahale düzeyi:  Bir fon veren kuruluşun üç farklı düzeyde etki yaratabildiğinden söz edilebilir. Bireysel düzeyde (proje/program yararlanıcıları), fon sağlanan organizasyonlar düzeyinde ve toplumsal sorunlar düzeyinde. Hangi düzeyde faaliyet gösterildiği kuruluştan kuruluşa veya zamana bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Sosyal etki ölçümlemesi sürecine girilmeden önce belli bir zaman aralığında hangi düzeyde, ne oranda faaliyet gösterileceğinin belirlenmesi sosyal etki ölçümleme sisteminin (yöntem ve araçlarının) ne şekilde geliştirileceğinin son derece önemli bir belirleyicisi olacaktır. 

Fon alanlara sağlanacak destek: Fon veren bir kuruluşun etki ölçümleme yapabilmesi için fon verdiği organizasyonlardan gelecek verilere, dolayısıyla onlarla birlikte çalışmaya ihtiyacı olacaktır. Bu noktada, fon alanlara nasıl bir destek verileceğinin belirlenmesi de son derece önemlidir. Bütçe sağlamak, eğitim vermek, uzman desteği sunmak, mentorluk ya da koçluk sağlamak, ortak ölçümleme yöntemleri geliştirmek… Farklı şekillerde destek sağlamak mümkün olmakla birlikte desteğin niceliği ve niteliği fon alanlardan ne tür veri beklenebileceğini ve yine ölçümleme sisteminin yöntem ve araçlarını belirleyecektir. 

Kaynaklar

Burdge RJ and  Vanclay F 1996, ‘Social impact assessment: A contribution to the state of the art series’, Impact Assessment, vol. 14, pp. 59-86. 

Clark C, Rosenzweig W, Long D and Olsen S 2004, Double bottom line project report: Assessing social impact in double bottom line ventures; methods catalog, viewed 28 may 2010, <http://www.shidler.hawaii.edu/Portals/1/resources/DoubleBottomLine.pdf>.

Emerson J, Wachowicz J and Chun S 2000, Social return on investment: Exploring aspects of value creation in the non-profit sector, The Roberts Foundation, San Francisco.

Funders’ principles and drivers of good impact practice, 2013, Inspiring Impact 

http://www.acf.org.uk/downloads/publications/Funders_Principles_and_Drivers_of_Good_Impact_Practice_2013.pdf

Müftügil Yalçın AS, Güner D, 2015, Sosyal Etki Ölçümlemesi: Kusif 4 Adım Yaklaşımı, KUSIF Yayınları

Plimmer D and Kail A, 2014,  THEORY OF CHANGE FOR FUNDERS: Planning to make a difference, New Philanthropy Capital

Suriyelilerin Türkiye’de Yaşadıkları Sorunlara Genel Bir Bakış

By | Uzman Görüşü | No Comments

Cenk Soyer (İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı) / www.ikgv.org  

Mart 2011’de Suriye’de başlayan rejime yönelik protestolar ve iç karışıklığa müteakip Nisan 2011’de Hatay Cilvegözü sınır kapısında ilk Suriyeli kitlesel akını başladı. 252 kişilik ilk Suriyeli grubu 29 Nisan 2011 tarihinde sınırdan içeri alındı. Sonrasında da Suriye sınırı boyunca farklı sınır kapılarından kitlesel kabuller devam etti.

Ülkemize kitlesel akınla gelen Suriyelilere sağlanan koruma uluslararası literatüre göre “Geçici Koruma”dır. Geçici koruma, kitlesel akın olaylarında acil çözümler bulmak üzere geliştirilen bir koruma biçimidir. Devletlerin geri göndermeme yükümlülükleri çerçevesinde kitleler halinde ülke sınırlarına ulaşan kişilere, bireysel statü belirleme işlemleri ile vakit kaybetmeden, uygulanan pratik ve tamamlayıcı bir çözüm yoludur. Kitlesel sığınmanın varlığından söz edebilmek için uluslararası bir sınıra doğru dikkate değer sayıda insan hareketliliğinin olması, bu hareketliliğin hızlı bir varışla devam etmesi, ev sahibi (karşılayan) devletin yakın dönemde mevcut bireysel sığınma prosedürlerini uygulayamayacak hale gelmesi gerekmektedir. Bu unsurları içeren kitlesel akının devam eder hale gelmesi durumunda geçici koruma sağlanır.

Türkiye’ye kitleler halinde gelmiş ve burada yaşayan Suriyelilere, ilk geldikleri andan itibaren ‘misafir’  tanımlaması yapılmıştır. ‘Misafir’ tanımı ve algısı, bir yandan Suriyelileri uluslararası hukuk bağlamında statüsüz bir konuma koyarken bir yandan da toplum içerisinde, Suriye’deki durumun istikrarlı hale gelip gelmediğine bakmaksızın, bir süre sonra geri dönecekler yaklaşımını oluşturmaktadır. Bu sebeple,  Suriyelilerin Türkiye’deki mevcut durumu daha sıkıntılı hale gelmektedir.

Türkiye’nin karşılaştığı kitlesel akınlar karşısında aldığı tedbir ve önlemler dikkate alınarak 30/03/2012 tarihinde “Türkiye’ye Toplu Sığınma Amacıyla Gelen Suriye Arap Cumhuriyeti Vatandaşlarının ve Suriye Arap Cumhuriyetinde İkamet Eden Vatansız Kişilerin Kabulüne ve Barındırılmasına İlişkin Yönerge” İçişleri Bakanlığı tarafından yürürlüğe konuldu.

Yanı sıra, Türkiye’nin mültecilik ile ilgili ilk yasal düzenlemesi olan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” 11 Nisan 2013 tarihli 28615 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Geçici koruma da Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 91. Maddesinde düzenlenmiştir.

Bu bağlamda Türkiye, aşağıda yer alan geçici korumanın üç temel unsurunu; açık sınır politikası ile ülke topraklarına kabul, geri göndermeme ilkesi, gelen kişilerin temel ve acil ihtiyaçlarının karşılanmasını yerine getirerek Suriyelilere geçici koruma sağlamaktadır.

2011 Nisan’ından bu yana kitlesel akınlarla Türkiye’ye gelen Suriyelilerin bir kısmı 10 ilde (Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Kahramanmaraş, Mardin, Hatay, Adana, Adıyaman, Osmaniye ve Malatya) AFAD tarafından kurulan geçici barınma merkezlerinde (kamplarda) kalırken çok büyük kısmı Türkiye’nin, geçici barınma merkezlerinin de dahil olduğu, tüm illerinde yaşamaktadır. 11 Mart 2013 tarihli Göç İdaresi Genel Müdürlüğü sayfasında yayınlanan resmi istatistiklere baktığımızda, geçici koruma merkezlerinde yaşayan Suriyeli sayısı 272.812 iken, geçici koruma merkezleri dışında, illerde yaşayan Suriyelilerin sayısının 2.475.134 olduğunu görmekteyiz1. Suriyeli nüfusunun en yoğun olduğu ilk üç il sıralamasında birinci sırayı 400.967 Suriyeli nüfusu ile Şanlıurfa alırken, bunu 394.465 Suriyeli ile İstanbul ve 385.997 Suriyeli ile Hatay ili takip etmektedir2. Tabii bu rakamlara bakarken bu rakamların kayıt altına alınmış Suriyelileri gösterdiğini bilmemiz halen kayıt yaptırmamış Suriyeliler de bulunduğunu, dolayısı ile de Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusunun resmi rakamların daha üstünde olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir.

Türkiye’de yaşayan Suriyelilere Geçici Koruma Rejimi bağlamında eğitim, sağlık hizmetlerine erişim gibi temel haklara ulaşabilme imkanı sağlanmıştır. Ancak Suriyelilerin sağlanan temel haklardan faydalanabilmeleri için öncelikle ikamet ettikleri illerdeki yetkililere, yani Yabancılar Polisi ve/veya Göç İdaresi birimlerine, kayıt yaptırmaları ve geçici koruma kimlik belgelerini almaları gerekmektedir. Kayıt altına alınmamış Suriyelilerin kayıt yaptır(a)mamalarının da farklı gerekçeleri bulunmaktadır. Bunlara baktığımızda, Yabancılar Şube ve Göç İdaresi birimlerinde kayıtların randevu sistem üzerinden yapılması ve ileri tarihlere randevu verilmesi ve bir kısım Suriyelinin de Türkiye’de yetkililere kayıt yaptırmaları durumunda üçüncü ülkeye yerleştirilme prosedürlerinin olumsuz etkileneceği düşüncesi gelmektedir. Üçüncü ülkeye yerleştirilme prosedürlerinin olumsuz etkileneceği düşüncesinin altında, bir yandan kayıt esnasında yetkililer ile paylaştıkları bilgilerinin Suriye rejiminin eline geçmesi ve Suriye’ye geri gönderilme korkusu da yatmaktadır. Geçici Koruma Rejimi altında korumaya alınan Suriyelilerin üçüncü ülkeye yerleştirilme prosedürü, mülteci kabul eden ülkelerin Suriyeliler için açtıkları kotalar doğrultusunda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yaptıkları değerlendirmeler doğrultusunda sınırlı sayıda yapılmakta ve öncelik en hassas durumda olan Suriyelilere verilmektedir. Yine bu bağlamda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün resmi rakamlarına göre3, Suriyelilere 2015 yılında kota açan ülkelere baktığımızda 7000 kişi ile ABD’nin ilk sırada olduğunu, bunu 400’er kişi ile Avustralya ve İngiltere’nin takip ettiğini görmekteyiz. Ama 2015 yılı içerisinde ABD’ye sadece 12, İngiltere’ye ise 86 Suriyeli çıkış yapmıştır. Avustralya’ya yerleştirilmek üzere çıkış yapan Suriyeli olmamıştır. Yine 2015’te Norveç 200 kişilik Suriyeli kotası açmış ve 145 kişi yerleştirilmiş, 40 kişilik kota açan İsveç’e ise 10 kişi yerleştirilmiştir. 

Geçici Barınma Merkezlerinde barınan Suriyelilerin gereksinimleri AFAD ve kamp yönetimleri tarafından karşılanırken, kamp dışında yaşayan Suriyeliler, gündelik hayatlarını idame ettirme konularında ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Bu sorunların başında barınma, işsizlik yanı sıra çalışma izni, çocuk işçiliği, sağlık hizmetlerine erişim ve erişim esnasında yaşanan dil bariyeri, artan nefret söylemi ve yukarıda da bahsettiğim üzere kayıt yaptıramama gelmektedir. Burada tekrar vurgulamakta fayda görüyorum, Suriyelilerin geçici koruma rejimi altında sağlanan tüm temel haklardan faydalanabilmeleri için kayıt yaptırmaları ve geçici koruma kimlik belgelerini almaları gerekmektedir. Barınma ile ilgili yaşanan soruna baktığımızda tüm illerde kira rayiçlerinin çok yüksek olduğunu, ev sahiplerinin ederinin çok üstünde kira ücretleri ile evlerini Suriyelilere kiraladıklarını görmekteyiz. İstihdam ile ilgili olarak, yakın zamana kadar Suriyelilerin yasal çalışma izni ile ilgili yasal bir düzenleme yapılmamıştır. Çoğu zaman işverenler, belli yaş üstü yetişkin Suriyelileri çalıştırmak istememektedir. Çalıştırdıkları durumlarda ise çoğu zaman Suriyelilerin Türkiyelilere ödenen maaşların çok altında rakamlara çalıştıklarına, çoğu zaman ödemelerini alamadıklarına, keyfi olarak işten çıkartıldıklarına sıkça rastlamaktayız. Suriyeli çalışanlar, iş kazası yaşamaları durumunda haklarını yasal olarak aramaktan hem hukuki mekanizmaları bilmemeleri hem de sınır dışı edilebilecekleri korkusu ile çekinmektedir. Çocuk işçiliği sayısı gün geçtikçe artmakta, merdiven altı atölyelerde çok ucuz iş gücü olarak küçük yaşlardaki Suriyeli çocuklar çok uzun saatler boyunca neredeyse karın tokluğuna çalıştırılmaktadır. Çocuk işçiliğinin önüne geçilememesi Suriyeli çocukların eğitime katılmalarının önünde de engel teşkil etmekte ve bu durum bir nesil Suriyeli çocuğun eğitimsiz kalmasına doğru ilerlemektedir. Suriyelilerin çalışma izinlerine yönelik yasal düzenleme yakın zamanda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yapılmış ve “Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik” 11.01.2016 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe girmiştir ama ilk elden bu düzenleme Suriyelilerin belli alanlarda ve sınırlı sayıda çalışabileceklerini göstermektedir.

Türkiye’de yetkililere kayıt yapmış ve geçici koruma kimlik belgesini almış Suriyelilerin sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı bulunmaktadır ve sağlık masrafları AFAD tarafından karşılanmaktadır. Ancak, hastanelerde ve sağlık hizmeti sunan kurumlarda dil bariyerinin olması Suriyelilerin sağlık hizmetlerine erişiminde büyük sıkıntılar yaratmaktadır. Hastanelerde yeterli sayıda Arapça konuşan tercüman olmaması Suriyelilerin sağlık ile ilgili sıkıntılarını doktorlara ve sağlık çalışanlarına doğru şekilde iletebilmelerinin önünde büyük engel teşkil etmektedir. Yanı sıra, sağlık hizmeti veren kurumlarda ayrımcı yaklaşımlara da maruz kalmaktadırlar. Şikayet mekanizmaları konusunda yeterli bilgileri olmaması ve yine dil bariyeri sebepli bu şikayetlerini ilgili birimlere taşıyamamaktadır. 

Yukarıda da bahsettiğim ‘misafir’ algısının ve dolayısı ile Türkiye’de uzun süre kalmayacakları düşüncesinin sonucu olarak, Türkiyelilerden Suriyelilere yönelik nefret söylemi, saldırı ya da ayrımcı davranışların da gittikçe arttığı görülmektedir. Özellikle istihdam konusunda Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak Türkiyelilerin işlerini çaldıkları, yanı sıra ‘misafirler, misafirliklerini ve hadlerini bilsinler’ algısı bu nefret söylemini desteklemektedir. Bu tür haberlere yazılı ve görsel medyada sık sık rastlamaktayız. Suriyelilere yönelik saldırı haberleri 2014 yazı boyunca özellikle Gaziantep’te yaşayan olaylar sırasında medyada sıkça yer aldı.

Suriyeli nüfusunun en yoğun olduğu illerden olan İstanbul’da hem Avrupa hem Anadolu yakasında Suriyelilere yönelik hizmet veren yerli ve yabancı sivil toplum kurumlarının ve merkezlerinin sayısı büyük ihtiyaç doğrultusunda artmaktadır. Bu merkezler Suriyelilerin yoğun yaşadıkları diğer illerde de hizmet vermektedir. Bu merkezlerde, İstanbul’da yaşayan Suriyelilere yönelik psiko-sosyal danışmanlık ve toplum merkezi hizmetleri verilmektedir. Psiko-sosyal danışmanlıklar bağlamında, savaş travması ile Türkiye’ye gelmiş Suriyelilere İstanbul’da temel hak ve hizmetlere ulaşım konusunda yaşadıkları sıkıntılara çözüm bulunmaya çalışılmakta yanı sıra da psikolojik destekler hem yetişkinler hem de çocuklar özelinde verilmektedir. Toplum merkezli hizmetler bağlamında Suriyelilerin, yine hem yetişkinler hem de çocuklar özelinde, İstanbul’daki yaşamlarına adapte olmalarına ve uyumlanmalarına yönelik farklı atölye çalışmaları (Türkçe, bilgisayar, travma ve sanat terapi grupları, el becerisi…gibi) yapılmaktadır. Bu atölyeler Suriyelilerin ihtiyaçları doğrultusunda tespit edilmekte ve uygulanmaktadır. Benzer şekilde Suriyeli ve Türkiyelilerin bir araya getirilip karşılıklı sorunların çözümlerine yönelik çalışmalara da ağırlık verilmektedir.

Sonuç olarak ileriki dönemde, Suriyeliler ile ilgili ‘misafir’ algısının hem toplum hem de devlet olarak bir tarafa bırakılarak, devlet ve sivil toplum nezdinde izlenecek ve uygulanacak politikaların uyumlanmaya yönelik olarak bir arada yaşama kültürü üzerinden programlanması gerekmektedir. Bu anlayış üzerinden programlanacak çalışmalar hem Suriyelilerin yaşadıkları problemlerin hem de Türkiyelilerden Suriyelilere yönelik ya da tam tersi yükseliş ivmesindeki nefret söyleminin önüne geçilmesinde yardımcı olacaktır.

http://www.goc.gov.tr/icerik6/gecici-koruma_363_378_4713_icerik