Monthly Archives

Ekim 2018

Çocuk Fonu 2018 – 2019 Başvuruları Başladı

By | Vakıf Haberi

Çocuk Fonu, 0-15 yaşları arasındaki çocuk ve gençlerin ihtiyaçlarına yönelik oluşturulan projeleri desteklemek amacıyla oluşturuldu. 2017 – 2018 döneminde 6 Sivil Toplum Kuruluşu’na toplam 201.725 TL hibe verildi.

Fon, 2018 – 2019 döneminde Hakan Özkök ve ailesi ile Turkey Mozaik Foundation başta olmak üzere bireysel ve kurumsal bağışçıların desteğiyle yeni başvuruları almaya başladı. Bu dönem en az 300 bin TL’ hibe desteği sağlanması planlanıyor.

Son başvuru tarihi 8 Kasım 2018.

Başvuru değerlendirme kriterleri ve takvim  – https://siviltoplumdestek.org/cocuk-fonu/

Başvuru formu – https://siviltoplumdestek.org/basvuru-formlari/

Uluslararası Yardımlaşma ve Entegrasyon Derneği ile Kurumsal Hibe Süreci Hakkında Konuştuk

By | Röportaj

İzmir’de mültecilere yönelik ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki alanlarda hizmet veren bir STK olan Uluslararası Yardımlaşma ve Entegrasyon Derneği (TİAFİ) ile, 13 Ağustos 2018- 14 Ocak 2019 tarihleri arasında Kurumsal Hibe desteği kapsamında yapacakları ve gelecek planları üzerine sohbet ettik.

Sivil Toplum için Destek Vakfı (DV): Uluslararası Yardımlaşma ve Entegrasyon Derneği (TİAFİ) mültecilerle çalışıyor. Türkiye’deki mültecilerin ne tür problemleri var, genel bir resim çizer misiniz?

Uluslararası Yardımlaşma ve Entegrasyon Derneği (TİAFİ): Türkiye’deki mültecilerin en temel sorunları arasında eğitim, entegrasyon ve istihdam yer alıyor.

25.000’den fazla çocuk okula gidemiyor. Çocukların büyük çoğunluğu Türkçe bilmiyor, ulaşım için paraları yokken yürümek içinde okul mesafeleri çok uzak, 12 yaşından küçük çocukların çoğu İzmir’de fabrikalarda ve tarlalarda çalışıyor, bir kısmı ise evde kalıp kendinden küçük diğer çocuklara bakmak zorunda çünkü ebeveynleri günde ortalama 14 saat çalışıyor ve bunların dışında okula kabul edilmeme, kabul edildikleri okullarda zorbalığa uğrama, kamplarda yaşayanların ise adresleri olmadığı için eğitime erişememe durumları söz konusu.

Türk toplumu tarafından kabul görmeyen mülteciler İzmir’deki Basmane gibi daha fakir bölgelerde yaşıyorlar. Bölgede konut talebindeki artış ve kiraların yükselişi yüzünden Türkler de zorluk çekiyor. Türkiye’de yaklaşık 4 milyon mülteci yaşıyor bu yüzden bir çok devlet hizmetine aşırı derece de yüklenme var hastanelerde uzun bekleme sürelerine neden oluyor bu durum bu da Türk nüfusu arasında öfke yaratıyor bunun dışında çalışma izni alamadıkları için kayıt dışı çalışıyorlar ve bir Türk’ün maaşının üçte birini alıyorlar bu yüzden de işverenler Türk işçilerden daha çok mülteci işçileri kabul ediyor.

DV: Siz bu kitle içinde özellikle kadın ve çocuklar ile çalışıyorsunuz. Neden özellikle kadınlara ve çocuklara odaklanıyorsunuz?

TİAFİ: Aslında sebebi çok da zor değil. En savunmasız olanlar kadınlar ve çocuklar olduğu için onlara ağırlıklı olarak odaklanıyoruz. Birçok genç annenin savaşta eşleri ölmüş veya kaybolmuş bu yüzden onların bizim TİAFİ’de verdiğimiz destek sistemine ihtiyaçları var.

DV: Bir çok sivil toplum kuruluşu (STK) da mültecilerle çalışıyor. Ancak sizin gibi mahalle düzeyinde çalışan küçük ve taban örgütü sayısı az. Böyle bir kurum olmanın ne tür avantajları ve dezavantajları var?

TİAFİ: İzmir’in kalbinde küçük bir STK merkeziyiz. Mülteciler ve imkanları yetersiz olan Türkler ile çalışıyoruz. Sorunlarını ilk elden öğreniyoruz. Kadınların ve çocukların gelebilecekleri güvenli bir yeriz. Büyük STK’lar veri toplamak için çok zaman harcıyor, biz ise sorunları topluyor ve çözüyoruz. Bir avantajımız ise BMMYK, WFP ve UNICEF gibi büyük bir STK ile toplantılara gittiğimizde, alanda onlara mülteciler hakkında değerli bilgiler verebilen bölgedeki tek grup olduğumuz gerçeğidir.

Bunların yanı sıra merkezi döndürecek personelimiz yerine gönüllülerimizin olması ve bu gönüllülerin kalıcı olmaması bizim için büyük bir sorun. Bu yüzden bir finansal destek almamız gerekiyor ve aldığımız bu finansal destek sonrasında yarı ve tam zamanlı çalışan bir kadroya ihtiyacımız var.

DV: İzmir özellikle son senelerde, İstanbul başta olmak üzere, farklı şehirlerden gelen insanların nefes almak için de göç ettiği bir şehir olma özelliğine sahip hale geldi. Hem mültecilerin hem de bu yeni Türkiye içi göçün kesişiminde İzmir’i sivil toplum faaliyetleri açısından değerlendirebilir misiniz?

TİAFİ: Birçok insan İstanbul gibi yerlerden İzmir’e yaşamın hızı daha yavaş olduğu için geliyor ama mülteciler sadece iş için ya da bir aile üyesi burada yaşadığı için geliyor.
Mültecilerin ihtiyaçlarının karşılanması için yeterli sayıda STK’nın olmaması buradaki mülteciler için olumsuz bir durum teşkil ediyor. Eğitim için başka alternatifleri olmayan mültecilere İzmir’deki STK’ların verdiği Türkçe dersleri kolaylık sağlıyor ama çok alternatifleri olmadığı için mültecilere iş bulmaya çalışan bir STK çok başarılı olamıyor. Mülteciler Türkçe konuşamadıkları için bilgiye çok ihtiyaçları var. Mültecilerin hayati bilgilere ulaşması çok zor. Bazı STK’lar çocuklar için oyun grupları sağlamakta, ancak maalesef, entegrasyon için hayati olan Türk ve Suriyeli çocukların birlikte olamamaları durumu zorlaştırıyor. Bazı STK’lar kadınlar için tavsiye merkezleri sağlıyor, ancak daha fazlasına ihtiyaç var.

DV: Önümüzdeki dönem merkeziniz bünyesinde hangi faaliyetleri yapmayı hedefliyorsunuz? Yeni çalışmalar hakkında bilgi verebilir misiniz?

TİAFİ: Entegrasyonun çok önemli olduğunu düşünüyoruz ve merkezimizde bir aşevi mutfağımız var. Şu anda her gün yerel bölgeden yaklaşık 150 Türk ve Suriyeli insanımız öğle yemeğine geliyor. Gün geçtikçe lira güç kaybetmekte bu yüzden de aşevi için yaptığımız alışveriş fiyatları günlük olarak artıyor ve bu yüzden bu proje için destek bulmamız gerekiyor. Uzun vadede buna yardımcı olabilecek bir projeyle de ilgilenmekteyiz. Yerli halkın ve mültecilerin satın alma gücü yaklaşık % 30 azaldı, bu da masada daha az yiyecek anlamına geliyor. Çiftçi ya da fabrikalardan doğrudan büyük miktarlarda satın alarak aracıyı kaldırmayı umuyoruz. Eğer bu örneği gerçekleştirebilirsek, bu imkanı yetersiz olan Türklere ve mültecilere örneğin 50 kiloluk bir pirinç çuvalının yarı fiyatına temin edilebileceği anlamına gelir. Bu entegrasyon hedeflerimizi destekleyecektir.

Bunlara ek olarak kadınlar için ayda iki seminer yapacağız. Bilgi masamıza daha fazla danışman ekleyeceğiz. Ayrıca şu anda entegrasyonu desteklemek için Türk ve Suriyeli çocuklarla bir oyun grubu kurmaktayız.

DV: Çeşitli vesilelerle çalışmak için Türkiye’ye gelen ve burada yaşamaya başlayan – özellikle kadınların – sivil toplumda daha aktif olmaya başladığını görüyoruz. Buna C@rma, Small Projects gibi kuruluşlar da örnek olarak verilebilir. TIAFI içinde de böyle kadınların aktif olduğunu görüyoruz. Ne dersiniz?

TİAFİ: Suriye’den gelen kadınların birçok psikolojik sorunu var. Türkçe bilmiyorlar. Pek çoğunun burada ailesi yok ve aynı zamanda aileleri olanlar için ise barınma ve yiyecek sağlamak gibi büyük sorumlulukları var. Tiafi’de biz birbirine kenetlenmiş bir topluluğuz. Amaçlarımızdan biri kadınları güçlendirmek. Entegrasyonu desteklemek için kadınları Türkçe dersleerine katılmaya teşvik ediyoruz. Ayrıca yaptığımız bazı eğitimler aracılığıyla işlere erişebiliyorlar. Onları seminerler ile destekliyoruz. Aynı zamanda mültecileri ve benzer zorlukları yaşayan Türkleri de desteklemek için kadınlarımızı gönüllü olmaya da teşvik ediyoruz.

DV: Sivil Toplum için Destek Vakfı’ndan aldığınız hibe desteğini ne için kullanacaksınız? Hibe sürecinin nasıl bir etki yaratacağını düşünüyorsunuz?

TİAFİ: Fon kaynaklarını bulma üzerinde çalışması için bir eleman görevlendireceğiz.
Yapacağı değişiklik, bir toplum merkezi olarak büyüyüp daha güçlü hale gelmemize ve uzun vadede daha fazla insana olumlu bir şekilde yardımcı olabilmemizi sağlayacak.

Galata Rum Okulu Vakfı’na Proje Hibe Desteği

By | Röportaj

Proje Hibe Desteği Programı kapsamında desteklediğimiz Galata Rum Okulu Vakfı‘nın geçmişten günümüze olan hikayesini, yaptıklarını ve yapacaklarını konuştuğumuz röportajı aşağıdan okuyabilirsiniz.

Sivil Toplum için Destek Vakfı (DV): Galata Rum İlköğretim Vakfı (Galata Rum Okulu) ne zaman kuruldu? Kurulduğu tarihten bu yana okul faaliyetlerine ek son dönemde Galata Rum Okulu da oldukça renkli kültür ve sanat faaliyetlerine ev sahipliği yapıyor. Biraz bahsedebilir misiniz?
Galata Rum Okulu Vakfı (GROV): Galata Rum Okulu, 1885 yılından itibaren başlayan inşa sürecin ardından, dönemin önde gelen ve Rum cemaatinin eğitimi konusunda büyük katkılar sağlamış olan filantroplardan Eleni Zarifi’nin girişimi ile hayat buldu ve ilk olarak eğitime 1910 yılında başladı. Bu dönemden 1988 yılına kadar modern bir eğitim kurumu olarak hayatına devam etmiş ancak azınlık nüfusuna yönelik gerçekleşen göç ve sürgün politikaları sonrasında eğitim faaliyetlerine ara verildi. Uzun yıllar kapalı ve öğrencisi kalmış olan yapı, 2012 yılında Galata Rum İlköğretim Vakfına geri verilmiş ve 2015 yılında da resmen eğitime kapatıldı. Kültürel faaliyetlere kapılarını açması ilk defa 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri sırasında başlayan basit onarım sonrasında gerçekleşti. 1. İstanbul Tasarım Bienali, Galata Rum Okulu’nun bir kültür sanat mekanı olarak geleceğe yönelik kimliğinin temellerinin atıldığı ilk etkinliklerdendir diyebiliriz. 2012 yılından itibaren Galata Rum Okulu, IKSV’nin düzenlediği bienallerin dışında farklı kurum, organizasyon ve sanatçılarla birçok ortaklık kurarak çeşitli sergilere, performanslara ve konuşma serilerine ev sahipliği yaptı. Galata Rum Okulu’nda yer alan her sergi ve etkinlik, onları oluşturan sanatçı ve organizasyonların ortaya çıkardıkları ve beraberlerinde getirdikleri binlerce izleyici ile bu hafıza mekanının hayata ve bugüne daha çok bağlamasını sağlayarak, geleceğe adım atması için de daha çok yaşama gücü verdi.

Galata Rum Okulu’nun kurduğu ortaklıkların yanı sıra, özellikle 2015 yılından itibaren her yıl bir sanatçıyı kendi insiyatifi ile davet ederek mekana özel bir proje üretmesi için ağırlamakta. Bunlardan ilki Ceren Oykut’un sergisi ‘’Konstantiniye ve Ayasofya Defterleri’’ ve daha sonraki dönemlerde de Ekin Saçlıoğlu ve Olga Alexopoulou gibi sanatçılara da ev sahipliği yapmıştır.
2014 yılında Hollanda Başkonsolosluğunun MATRA İnsan Hakları Fonu’nun desteğiyle yıllardır kapalı kapılar ardında kalan okul arşivini gün yüzüne çıkarmak üzere Açık Okul Kütüphanesi hayata geçirildi. Öğrenci kayıt dosyalarından, okul kitaplarına, birçok benzeri doküman ve obje temizlenerek, kaydedilmiş ve düzenli bir arşive dönüştürüldü. Bu vesileyle okulun eski kütüphane alanı da gerek sanatçıların proje üretebileceği veya tartışma programları yürütebileceği bir platform gerekse sergilere paralel olan çeşitli kontekstlerde kaynakların okunup tartışıldığı kollektif kitap okuma etkinliklerine yer vermektedir.

Bunun dışında Galata Rum Okulu ekibinin yürüttüğü araştırma ve çalışmalar paralelinde , özellikle Rum kimliği ve toplumsal hafızasından yola çıkarak araştırma bazlı dokümanter sergiler de düzenlemektedir. Örneğin 2015 yılında, Stefanos Yerasimos’un kaybının 10. Yılı vesilesiyle bir anma etkinliği niteliğinde düzenlenen sergi ‘’Yerasimos Okulu’’, bir tarihçi, araştırmacı, eğitmen ve yazar gibi çok katmanlı bir alt yapıya sahip olan Stefanos Yerasioms’un üretimine odaklanan bir sergiydi.
Her sergide farklı bir kimliğe bürünen Galata Rum Okulu, gerek taşıdığı Rum mirasını ve belleğini yaşatmasıyla, gerekse 2012 yılından bu yana düzenlediği ve ev sahipliği yaptığı etkinliklerle, İstanbul’un kültür sanat hayatında önemli bir yer etmiş bir paylaşım ve kültür platformuna dönüşmüştür.

DV: Çalışmalarınızı sürdürürken nasıl sorunlarla karşılaşıyorsunuz? Sizce bu sorunları aşmak için yapılması gerekenler nelerdir, kısaca bahseder misiniz?
GROV: Sanırım karşımıza çıkan en büyük sorunlardan birisi Galata Rum Okulu’nun tarihi bir yapı olmasından kaynaklı olarak binanın fiziksel yapısını korumaya çalışma zorluğu diyebiliriz. Binanın kullanımına dair belirli kurallarımız ve sınırlamalarımız olmasına karşılık, neredeyse 100 yıllık bir binada sergilerin olması yapısal anlamda koruma çabamızı zorlayabiliyor mekana yapılan müdahalelerden dolayı. Bu zorluklar bir nevi kültürel mirası koruma meselesinin ve gerekli hassasiyetlerin yeteri kadar genel algıda yerleşmemesinden kaynaklı bence. Dolayısı ile öncelikle tarihi yapılar konusunda, veya esasında her türlü yapıya karşı olan bakış açısının doğru yönlendirilmesi ve bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bunu kurum olarak kendi çerçevemizde gerek sanatçı veya çeşitli alanlarda üreten kişilerle ortaklıklarımızı doğru yönlendirerek, gerekse bu çerçevede bilinçlendirmeye dair etkinlikler yaparak sağlamaya çalışıyoruz.

DV: Vakfımızın da destekleyeceği ‘206 Odalı Sessizlik: Büyükada Rum Yetimhanesi Üzerine Etüdler’’ projesi nasıl ortaya çıktı?
GROV: Projeye dair ilk fikir, 4. Tasarım Bienali’nin kavramsal çerçevesini açıklaması ve aynı dönemde Büyükada Rum Yetimhanesi’nin Europa Nostra tarafından ‘Dünyadaki 7 tehlike altındaki kültür mirası’’ listesine seçilmesi ile ortaya çıktı. Tasarım Bienali’nin başlığı ‘’Okullar Okulu’’ ilk açıklandığında, esasında Okulların Okulu’nun Büyükada Rum Yetimhanesi’nin kent ve toplumsal tarih bağlamında bir hayat okulu olarak ta kendisi olduğunu düşünmüştük. Europa Nostra’nın listesine seçilmesi üzerine binanın kurtarılması için ne tür çalışmalar yapılacak, nereden destek bulunacak tartışmaları sürerken, Avrupa’nın birinci, dünyanın ise ikinci büyük ahşap yapısı olan Büyükada Rum Yetimhanesinin toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından esas olarak bilinmemesi ve bir kent hafızası olarak yok olmanın eşiğine gelmiş bu yapının bugününü ve özünü anlayabilmek için geçmişine bir nevi ışık tutmanın önemli olduğunu düşünerek, yapının gerek tarihsel arka planına gerekse sanatçıların gözünden sahip olduğu kadim ruha ve belleğe dair bir kapı aralayacak bu çalışmayı gerçekleştirmeye karar verdik.

DV: Proje dahilinde yapılacak temel etkinlikler nelerdir? Bu etkinliklerin sonunda nasıl bir etki yaratmayı hedefliyorsunuz?
GROV: Projenin ana omurgası sergiden oluşuyor. Sergi izleyiciyi bir kent tarihinin görünmez katmanlarını içinde barındıran bu hayat okulunun koridorlarında gezinmeye ve geçmişe bugünün gözünden bakmaya davet ediyor. Özellikle tarihe farklı açılardan bakabilme ve okuyabilmeyi önermenin yanı sıra tarihin canlı bir tanığı olan bu yapının ışığında genel anlamda kültür ve kent mirası/ belleğine dair olan bilicin gelişmesini ve yaygınlaşmasını hedefliyoruz. Projenin diğer ayağında da kültürel miras, hafıza ve yetimlik ekseninde tartışmalar, okumalar ve atölyeler oluşturacaktır: Yetimhanenin 1964’te boşaltılması ve çocukların başka bir merkeze nakliyle beraber Rum cemaatinin maruz kaldığı uygulamalar, yetimhanenin hukuki durumu, filantropi ve diğer azınlık cemaatlerinin yetimhane deneyimleri çerçevesinde muhtelif etkinlikler düzenlenecektir. Buna ek olarak Açık Okul Kütüphanesi’nin parçası olan söyleşi serisi yapılacak. Bu vesileyle Büyükada Rum Yetimhanesi gibi bir örnek üzerinden kültürel mirası koruma meselesinin bugünü ve geleceği üzerine daha derinlemesine bir tartışma ve düşünme platformu sunabilecek.

DV: Son dönemde farklı kuruluşların çeşitli tarihsel olguları – sergi, eğitim, vb. metotlarla – yeni kuşaklarla paylaşmasına daha sık rastlamaya başladık. ‘206 Odalı Sessizlik: Büyükada Rum Yetimhanesi Üzerine Etüdler’ de bu çerçevede farklı kişilerle bir iletişim kurarak bu konu(lar)çerçevesinde bir diyalog geliştirmek istiyor. Acaba genel olarak İstanbul’daki bu tür çalışmaların nitelik ne nicelik açısından değişimiyle ilgili bir değerlendirme yapabilir misiniz?
GROV: Sergiler ve benzeri çalışmalar kimi tarihsel olayların ve gerçekliklerin aktarımı konusunda farklı ve toplumda yer etmiş kemikleşmiş bakış açılarının aksini sunabiliyor. İzleyiciye ve özellikle de yeni nesile, geçmişe farklı boyutlarından bakarak bugünü ve geleceği tahayyül edebilmelerini sağlayacak pencereler açıyor. Bu anlamda bir tür hikaye anlatımı, hissiyat ve deneyim yaşatacak anlatılarla kurgulanan sergiler izleyicide daha derin izler bırakabiliyor. Bir olayı yada olguyu anlamanın en iyi yolu onu hissedebilmek ve kendini onun yerine koyarak, bir parçası olduğunu deneyimlemekten geçiyor. Tarihsel konuların, özellikle de toplumsal tarih ve belleğe dair olayların işlendiği sergilerde tarafsız olmak ve tek bir perspektiften kaçınarak olabildiğince çok bakış açısını beraber sunarak izleyiciye düşünme payı bırakan anlatılara gitmek daha sağlıklı . Kimi konular kendi içerisinde belirli hassasiyetlere ve ifade zorluğu yaratacak ağırlıklara sahip olabiliyor. Bu anlamda işlenen konuyu yada olayı tüketmeden, onu bir tüketim aracı yapmadan ve hassasiyetlerin farklında olarak görsel ve sözel bir dil kullanmak son derece önemli. Dediğiniz gibi son dönemde bu tip çalışmalara çok sık rastlanıyor.. Bu bence ifade özgürlüğünün kısıtlandığı noktalarda faklı anlatılarla bir şeyleri görünür kılma, ona dair ufak da olsa bir virgül açma ve bilgi sunma istediğinden gelen bir süreç. O nedenle son derece değerliler kendi içlerinde. Kimi örneklerde ise az önce değindiğim tüketme nosyonuna sahip olunabiliyor… Özellikle tarihsel tanıklıkları içeren çalışmalarda gerekli hassasiyetler gösterilmeye biliniyor ve o olayı yaşamış kişileri ve yaşanmışlıklarını sömürmeye giden bir sürece dönüşüyor. Tanıklıklardan çok şey öğrenebiliriz evet, ancak bunu yaşamış kişilerden bilgi alırken onlara o anı tekrar yaşatıyor olma ve onları bir tüketim aracına dönüştürüyor olunduğu gerçekliğini de unutmamak lazım. Bu açıdan bu tip çalışmalara daha samimi yaklaşmak ve hızlı tüketilir bir neşeye dönüştürmeden, deneyime ve düşünmeye daha açık bir aralık sunmanın daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.

DV: Sivil Toplum için Destek Vakfı tarafından sağlanan hibe desteği, proje çerçevesinde nasıl bir katkı sağlıyor?
GROV: Almış olduğumuz destek öncelikle bu çalışmanın üretilebilmesi ve hayata geçirilebilmesi konusunda bize büyük destek sağlamış oldu. Serginin ve çalışma ekibinin yapılan projeyi en iyi haliyle sunabilmesi ve izleyiciye iletebilmesi için bu destek çok önemli. Özellikle de üretim konusunda en iyi şekilde temsil etmek çok mühim.